3402 SAYILI KADASTRO KANUNU’NUN 12’NCİ MADDESİNİN, MÜLKİYET HAKKINA HÂKİM OLAN; “HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE VE ZAMANAŞIMINA TABİ OLMAMA” İLKESİ KAPSAMINDA İNCELEMESİ

Yazar:Vakkas Batuhan KARATULUK*

Editör: Emrecan Çetin


ÖZ

Hukuk alanında en çok karşılaştığımız hususlardan bir tanesi istisnalardır. Kanunun emredici hükümlerine dâhi gelebilen bu istisnaların amacı, genellikle; hak kaybının önlenmesi veya toplum çıkarının sağlanması olarak belirtilebilir. Bu durumun en güzel örneklerinden birini de; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrası oluşturur. Tasfiye edici nitelikte olan Kadastro Kanunu’nun bu maddesi, hak sahibinin bir aynî hak olan mülkiyet hakkını aramasını belli şartlar altında sınırlandırmıştır. Üstelik bu sınırlandırma karşımıza bir hak düşürücü süre şeklinde çıkar; buna karşılık bilindiği gibi kural olarak zamanın aynî haklar üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmamaktadır. Kanun koyucu, bu hükmün temelini kamu düzeni menfaatinin oluşturduğunu belirtmekte; söz konusu sınırlandırmanın yalnızca hak arama hürriyetini kısıtladığını ifade etmektedir. İlgili Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarına bakıldığında ise gerçekten görülmektedir ki; sosyal devlet anlayışını benimseyen ülkemizde, birey menfaati ile kamu menfaati çatışması şeklinde ortaya çıkan uyuşmazlıkların mütemadi galibi kamu menfaatidir. Tabiî ki bu durumun da istisnaları mevcuttur.

Söz gelimi, Kadastro Kanunu’nun bu önemli ve birçok hakkı etkileyen amacını ülkemiz gerçeklerine göre yerine getirip getirmediği ise hâlâ bir soru işaretidir.

ABSTRACT

One of the issues we encounter many times in the law field is the exceptions. The purpose of these exceptions, can generally be stated as the prevention of loss of rights or the provision of the public interest. One of the best examples of this situation is the in Cadastre Law number 3402 of third paragraph of Article 12. This article of the Cadastre Law, which has a liquidating nature, restricts the right owner from seeking the right to property, which is a real right, under certain conditions. Moreover, this limitation appears in the form of a period of time, however, as it is known, time does not have a negative effect on real rights. The legislator states that the basis of this provision is the public order interest and that the said restriction only restricts the freedom to seek rights. Considering the relevant Supreme Court and Constitutional Court decisions; In our country, which adopts the social state understanding, the public interest is the winner of the disputes that arise in the form of a conflict between the benefit of the individual and the public interest. Of course, there are exceptions too this situation.

It is still a question mark whether the Cadastre Law fulfills this important task affecting many rights in accordance with the realities of our country.

I.                GİRİŞ

Medeni Kanunumuz, taşınmazlar üzerindeki hakların kamuya açıklanmasını sağlamak üzere tapu sicili sistemini kabul etmiştir (TMK m. 997-1027). Tapu sicili, taşınmaz malikinin ve taşınmaz üzerindeki diğer aynî hak sahiplerinin bilinmesine olanak sağladığı gibi, taşınmazın alacaklıya teslim edilmeden yapılacak bir kayıtla rehin edilmesi imkânını da verir[1]. Öyle ki, tapu sicilinin bu işlevleri yerine getirebilmesi, taşınmazların fennî usullerle yüzölçümlerinin belirlenerek planın yapılmış olmasına bağlıdır[2]. Bu zorunluluk, aynî hakların belirlilik (muayyenlik) ilkesine[3] sahip olmasının bir sonucu olabileceği gibi; taşınmaz sınırlarını belirlemenin kamusal düzene sağlayacağı faydalardan da kaynaklanabilmektedir. Medeni Kanunumuz da, 1003’üncü maddesi ile bu şartı ihtiva etmektedir: “Bir taşınmazın kütüğe kaydı ve belirlenmesinde resmî bir ölçüme dayanan plân esas alınır. –Plânların nasıl hazırlanacağı tüzükle belirlenir”.

Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için yürürlüğe konulan kanunlardan[4] sonra nihayet, belediye içindeki ve dışındaki bütün taşınmazların kadastrosunda uygulanacak esasları düzenleyen, 21.6.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu kabul edilmiştir. Kadastro Kanunu, tapusuz arazinin tapulanması ve eskiden tapu kaydı bulunan ancak Medeni Kanun’un kabul ettiği tapu sicili sistemine uymayan taşınmazlar üzerindeki hakların tespitine ilişkin hükümler içermektedir. Bununla birlikte, Kadastro Kanunu’nun öyle bir maddesi vardır ki; bu madde, 28.6.1966 tarihli ve 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 31’inci maddesinin ikinci fıkrasının devamı niteliğinde olup, hâlâ birçok uyuşmazlığa sebebiyet vermektedir. Makalenin konusunu oluşturan bu hüküm, çoğunlukla mülkiyet hakkından kaynaklanabilecek uyuşmazlıklarda on yıllık hak düşürücü süreyi ihtiva etmektedir:

Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukukî sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” (Kadastro Kanunu m. 12/3).

Kanun koyucu, bu hak düşürücü süreyi getirerek tapu sicillerinin korunması amacını gütmüş, büyük emek ve kaynak harcanarak oluşturulan sicillerin on yıl gibi bir süre geçtikten sonra yeni iddialara konu olmamasını istemiş, ancak bunu yaparak hak arama yolunun kısıtlanmasına sebebiyet vermiştir[5]. Buna karşılık bilindiği gibi, aynî hakka dayanan davalar kural olarak hak düşürücü süreye tabi değildir. İşte bu çalışmada söz konusu madde; ilgili kanun ve mülkiyet hakkının özellikleri ışığında incelenmiştir.

II.             İLGİLİ KANUN VE MADDEYE GENEL BAKIŞ

1.               Kanun’un Amaç ve Kapsamı

Kadastro Kanunu’nun amacı, 22.5.2005 tarihli ve 5304 sayılı Kanunla değişik ilk maddesinde düzenlenmiştir:

Bu kanunun amacı, ülke koordinat sistemine göre memleketin kadastral veya topoğrafik kadastral haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukukî durumlarını tespit etmek suretiyle 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmak, mekânsal bilgi sistemine dayalı altyapısını oluşturmaktır”.

Madde metninden de anlaşılacağı üzere bu Kanun’un; taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirlenmesi, hukukî durumlarının tespit edilmesi ve tapu sicilinin kurulması olmak üzere üç temel amacı vardır[6]. Kadastro Kanunu, Medeni Kanun’u dayanak alarak, daha önce kadastrosu yapılmamış olan taşınmazların tespit, tescil veya sınırlandırma suretiyle tapulama işlemlerini düzenler. Buna göre, daha önce kadastrosu yapılmış taşınmazlar üzerinde ikinci defa kadastro yapmak mümkün değildir, bu taşınmazlar kanun kapsamı dışında tutulmuştur[7] (KK m. 22/1).

Anayasa Mahkemesi, 23.10.2019 tarihli ve 2016/13545 başvuru numaralı Kararında Kadastro Kanunu’nun işlevinden ve bu konuda devletin sorumluluğundan şu şekilde bahsetmiştir:

“Kanun koyucu kadastro çalışmaları yoluyla plana dayalı çağdaş tapu sicilinin oluşturulmasını amaçlamış olup, bu sistemin amaçlarından biri de taşınmazların arz üzerindeki yerleri ile sınırlarını doğru ve açık olarak göstermektir. Buna göre tapu sicilindeki bilgilerin güvenirliğini sağlamak ise pozitif yükümlülükleri kapsamında devletin sorumluluğunu gerektirmektedir” (Lexpera).

Kadastro Kanunu’nun bir başka özelliği ise niteliği itibarıyla geçici bir kanun olmasıdır. Birinci maddede belirtilen amacın gerçekleşmesiyle birlikte kanunun da uygulama alanı kalmayacaktır. Emsal karar özelliği taşıyan Yargıtay İBBGK, 6.6.1997 tarihli ve E. 1994/5, K. 1997/2 sayılı Kararda, Kadastro Kanunu’nun bu niteliği hakkında şunlar söylenmiştir:

“KK m. 1’de belirtilen amaca varılabilmesi, tapulu taşınmazlarda tapuların yenilenmesini, tapusuz taşınmazların tapuya bağlanmasını ve kamu mallarının statüsünün belirlenmesini gerektirir. Önemle belirtelim ki, Kadastro Kanunu, tasfiyeyi öngören özel ve geçici bir kanundur. Kadastro Kanunu ile eylemli durumun yasal hâle getirilmesi amaçlanmış ve zilyetliğe ağırlık veren hükümlere yer verilmiştir. Yurt düzeyinde kadastro tamamlanınca Kadastro Kanununa gerek kalmayacak, kanun kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır” (Lexpera).

2.               Söz Konusu Maddenin Değerlendirmesi

a.               Maddenin gerekçesi

Kadastro Kanunu’nun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrası; kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ilişkin kadastrodan önceki hukukî sebeplere dayanarak itiraz olunamayacağını ve dava açılamayacağını düzenleyerek bir hak düşürücü süreye hükmetmektedir. Bu hükmün Hükümet Tasarısındaki gerekçesi ise şöyledir:

“Kadastro çalışmaları tamamlanarak kesinleşen tespitlerin, kısa sürede tapu kütüklerine kaydedilme işlemlerinin kesinleşme tarihinden itibaren en geç üç ay içinde bitirilmesi, ayrıca büyük emek ve masraflarla meydana getirilen düzenli kütük ve kadastro işlemlerinin korunmasını sağlamak için, kamu ve özel mal ayrımı yapılmadan kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukukî sebeplere dayanarak dava açılamayacağı esası getirilmiştir. Burada kadastro işlemlerinin eski olaylara dayanılarak, süresiz olarak askıda bırakılmasının kamu düzenini ters yönde etkileyeceği ve kamu zararı doğuracağı gerçeğinden hareketle mülkiyet hakkı değil, sadece hak arama hürriyeti kısıtlanmıştır.

Aynı hüküm 766 sayılı Kanunun 31’inci maddesinde mevcut olmakla birlikte, on yıllık hak düşürücü sürenin başlangıç tarihi tapu kütüğüne tescil tarihi olarak kabul edilmişti.

Ancak, çeşitli nedenlerle tescil işlemleri geciktiği veya taşınmaz malın tutanağı tanzim edilip de tescile tabi tutulmayan yerlerden olması hâlinde, hak düşürücü sürenin başlangıç tarihi farklı yorumlara sebebiyet verdiğinden, hak düşürücü sürenin başlangıcı tutanağın kesinleşme tarihi olarak benimsenmiştir” (TBMM Tutanak Dergisi, C. 43, 21.6.1987 tarihli birleşim eki Sayfa Sayısı: 590, s. 7).

Gerekçede ifade edildiği gibi; bahse konu hak düşürücü sürenin getirilmesindeki asıl amaçlar; kütük ve kadastro düzenlerinin korunması ile eski olaylara dayanmanın kamu düzenini ters yönde etkileyeceği ve kamu zararı oluşturacağı olarak ifade edilebilir. Bu durumun mülkiyet hakkını değil, yalnızca hak arama hürriyetini kısıtladığı da ayrıca belirtilmiştir.

Bu hükmün geçmişine baktığımızda ise; kadastro işlemleri hakkındaki on yıllık hak düşürücü sürenin mevzuatımıza ilk defa 766 sayılı Tapulama Kanunu ile geldiği görülür. Buna karşılık; 15.12.1934 tarihli ve 2613 sayılı Kadastro ve Tapulama Tahriri Kanunu veya 16.3.1950 tarihli ve 5602 sayılı Tapulama Kanunu kapsamındaki bir taşınmaz, hazine dışındaki bir gerçek veya tüzel kişi adına haklı bir sebep olmaksızın kaydedilmişse, gerçek maliklerin bu şahıslara karşı açacakları dava için söz konusu kanunlar herhangi bir hak düşürücü süre öngörmemiştir[8]. Ancak bu durum, 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlüğe girdikten sonra yürürlükten önce doğan uyuşmazlıklarda aynı hak düşürücü sürenin uygulanmasına engel değildir[9].

b.               On yıllık hak düşürücü sürenin niteliği

Hukuk sistemimizin temel ilkelerine göre, hak arama yolunu kısıtlayan süreler; dava zamanaşımı ve hak düşürücü süreler olmak üzere iki türdedir. Hak düşürücü süre, hakkı ortadan kaldırıcı bir işleve sahipken; zamanaşımında hak varlığını devam ettirir, ancak yasal yoldan hakkın yerine getirilmesini isteme yetkisi, yani dava hakkı ortadan kalkar[10]. Meğer ki zamanaşımı def’i kullanılmış olmasın. Doğal olarak, hak düşürücü sürenin tükenmesi ile hak ortadan kalktığı için artık var olmayan bu hakka dayanmak mümkün olmayacak ve bu durum hâkim tarafından re’sen gözetilecektir.

Kanun koyucu, ilgili maddede “kadastrodan önceki hukukî sebeplere dayanarak” diyerek uyuşmazlık konusu olacak hakkın türü yönünden bir ayrım yapmamış, bu hak hangi yasadan kaynaklanırsa kaynaklansın hak düşürücü süreye tabi tutmuştur[11]. Yine maddenin lafzından açıkça anlaşılmaktadır ki, kadastro tespitinden sonraki sebeplere dayanarak olunacak itirazlar ve açılacak davalar için böyle bir hak düşürücü süre söz konusu değildir.

Bununla birlikte, Yargıtay güncel bir kararında[12]; dava, hak düşürücü süre geçtikten sonra açılmış olsa dâhi davalının davayı kabul etmesi, davanın niteliği itibarıyla kamu düzeni ile ilgili bulunmaması ve davada taraf olmayan kişilerin haklarına yönelik bir istek de içermemesi hâlinde davalının kabul beyanına değer verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.

c.               İptal edilen ek cümle ve geçici madde

25.2.2009 tarihli ve 5841 sayılı Kanun’un 2’nci maddesi ile Kadastro Kanunu’nun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrasına şu cümle eklenmiştir: “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır”.

Ayrıca, aynı Kanun’un 3’üncü maddesi ile Kadastro Kanunu’na şu geçici madde de eklenmiştir: “Bu kanunun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” (Geçici Madde 10).

Maddeler yürürlüğe girdikten sonra; ek cümlenin ile geçici maddenin, Anayasa’nın 2., 9., 10., 36., 43., 138. ve 169. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine karar verilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunulmuş, ardından Anayasa Mahkemesi, 12.5.2011 tarihli ve E. 2009/31, K. 2011/77 sayılı Kararı (Resmî Gazete, S: 28003) ile ek cümle ve geçici maddenin iptaline karar vermiştir. Ek cümlenin iptal gerekçesinde şu hususlardan bahsedilmiştir:

“(8) Anayasa’nın 35. maddesi ise kişi özgürlüğü ile yakından ilişkili olan mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Ancak mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir ve bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında kadastro tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazları edinen kişilerin tapularının, kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1. Protokol’ün 1. maddesinin ihlâli olarak nitelendirilmiştir. AİHM bu kararlarda çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini belirterek, karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır.

(9) Kıyıların ya da ormanların korunması amacıyla mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve yasa koyucunun buna uygun çözüm yolları bulması gerektiği açıktır.

(10) Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 43. ve 169. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir.” (Resmî Gazete, 23 Temmuz 2011, Sayı: 28003)

Anayasa Mahkemesi, bu gerekçesiyle birey ile devlet arasında bir denge kurmaya çalışmış; mülkiyet hakkının yalnızca ölçülü ve orantılı bir şekilde sınırlandırılabileceğini söylemiştir. Bununla birlikte, AİHM’nin kararlarına gönderme yaparak, karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına dokunulamayacağını da belirtmiştir.

Ek cümle ile birlikte, geçici 10. madde de aynı gerekçelerle Anayasa’nın 43. ve 169. maddelerine aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.

d.               İlgili madde hakkında Anayasa Mahkemesine yapılan iptal başvurusu

Karaman İkinci Asliye Hukuk Mahkemesi, 29.8.1990 günlü dilekçesi ile Kadastro Kanunu’nun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrasının; Anayasa’nın 2., 23., 35. ve 153/son maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek söz konusu maddenin iptalini istemiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi, söz konusu hükmün Anayasa’nın ilgili maddelerine aykırı olmadığına “oyçokluğu”[13] ile karar vermiş ve itirazı reddetmiştir[14].

Anayasa Mahkemesi, bu itirazı Anayasa’nın 35. maddesi yönünden incelerken şu hususlara vurgu yapmıştır:

“Mülkiyet hakkının sağlıklı temellere oturtulmasını isteyen yasa koyucu, ayrıca kadastro plânlarının düzenlenmesine büyük önem vererek bunların gerçekleşmesi yolu ile kamu düzenini kurmaya ve korumaya yönelmiştir. Uygulama sonunda saptanan durumun, belli süre geçtikten sonra eski olaylara dayanarak uyuşmazlık konusu yapılması istenilmemiş ve bunda kamu düzeni yönünden yarar görülmüştür. Bu kuralla getirilen sınırlama, mülkiyet hakkına değil, hak arama özgürlüğüne ilişkindir. Mülkiyet kavramını değiştirmeyen, yapısını daraltmayan, bağını ortadan kaldırmayan, kullanılıp yararlanılmasını engellemeyen, ancak ona bağlı hakların kullanılma süresini düzenleyen kurallar doğrudan hakka yönelik değildir, incelenen düzenlemeyle kısıtlanan, mülkiyet hakkı değil, dava açma hakkı, başvuru hakkıdır” (Resmî Gazete, 9 Mayıs 1992, S: 21223).

III.           MÜLKİYET HAKKI[15] VE ZAMANIN BU HAK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

1.               Kavram

Bilindiği gibi aynî haklar, bir kimseye bir şey üzerinde doğrudan doğruya hâkimiyet sağlayan ve bu sebeple herkese karşı ileri sürülebilen haklardır[16]. Yani, aynî hakkı ihlâl edilen hak sahibi, bu hakka uyulmasını ihlâl eden kişiden isteyebilir. Buna aynî hakkın “mutlak hak olma niteliği” denir. Aynî hakları diğer mutlak haklardan ayıran unsur ise, bu hakkın konusunun eşya olmasıdır. Bununla birlikte; aynî haklar, eşya üzerinde hak sahibine sağladığı yetkilere göre sınıflandırıldığı takdirde, hak sahibine en geniş yetkiyi sağlayan aynî hak olarak karşımıza mülkiyet hakkı çıkar. Mülkiyet hakkı, hak sahibine hakkın konusu olan şeyden kullanma (usus), ürünlerinden yararlanma (fructus) ve malı tüketme, eski deyimiyle sarf ve istihlâk edebilme (abusus) yetkilerini sağlar[17].

2.               Hak Düşürücü Süre ve Zamanaşımına Tabi Olmama İlkesi

Eşya hukukuna hâkim olan bazı temel ilkeler mevcuttur. Yalnız belirtilmelidir ki, bu ilkeler mevzuatta açıkça “ilke” olarak düzenlenmiş değildir; kanun koyucunun amaçlarından yola çıkılarak doktrin tarafından ortaya konulmuştur. Bunlar; belirlilik (muayyenlik), kamuya açıklık (alenilik), inancın korunması, sınırlı sayı ve tipe bağlılık, hak düşürücü süre ve zamanaşımına tabi olmama ilkeleri olarak sayılabilir.

Konumuzun temelini oluşturan hak düşürücü süre ve zamanaşımına tabi olmama ilkesi, aynî hakları zamanın olumsuz etkilerinden korumaktadır. Örneğin, muaccel olmuş bir alacak kanunen tayin edilen sürede talep edilmezse zamanaşımına uğramasına ya da yenilik doğuran bir hak yine kanunun tayin ettiği sürelerde kullanılmazsa sona ermesine rağmen, Medeni Kanunumuz, aynî haklar için ne bir hak düşürücü süre ne de bir düşürücü zamanaşımı kabul etmiştir[18]. Başka bir deyişle, kural olarak zamanın aynî haklar üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmamaktadır[19].

3.               Medeni Kanun Kapsamında Mülkiyet Hakkının Kazanılması ve Korunması

TMK m. 705 hükmü uyarınca, özel hukuk konusu taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur. Bununla birlikte, TMK m. 992 hükmü uyarınca ise, tapuya kayıtlı hak karinesinden yalnızca adına tescil bulunan kişi yararlanabilir. Ancak bu tescilin gerçekten mülkiyet hakkı kazandırabilmesi, mevcut ve geçerli bir hukukî sebebin varlığına bağlıdır. Hukuken geçerli bir iktisap sebebine dayanmayan tescil, mülkiyet hakkının kazanılması sonucunu doğurmayacak ve yolsuz bir tescil olacaktır (TMK m. 1024/2). Yargıtay güncel bir kararında, gerçek hak durumuna uymayan tescilin yolsuz tescil olacağını belirterek âdeta 1024’üncü maddenin kapsam alanını genişletmiştir[20].

Medeni Kanunumuzun 1025’inci maddesine göre ise, yolsuz olarak tescil edilen bir aynî hak sebebiyle hakkı zedelenen kimse, tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir. Her ne kadar bu davanın açılması için söz konusu maddede bir hak düşürücü süre öngörülmemiş olsa da; KK m. 12/3 ve TMK m. 712, 713 ve 1023 ile bu kural sınırlandırılmıştır.

a.               712’nci madde (olağan zamanaşımı)

Medeni Kanun m. 712’ye göre: “Geçerli bir hukukî sebep olmaksızın tapu kütüğüne malik olarak yazılan kişi, taşınmaz üzerindeki zilyetliğini davasız ve aralıksız olarak on yıl süreyle ve iyiniyetle sürdürürse, onun bu yolla kazanmış olduğu mülkiyet hakkına itiraz edilemez.

Kadastro Kanunu m. 12/3 ile Medeni Kanun m. 712 arasındaki benzerlik, on yıllık sürenin dolması ile kayıt malikinin korunmasından ve kendi aleyhine dava açılamamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Medeni Kanun’un 712’nci maddesinde iyiniyet ve zilyet olma şartı aranırken; Kadastro Kanunu 12/3’üncü maddesinde zilyet şartı aranmaksızın on yıllık sürenin davasız ve aralıksız olarak dolması ile yolsuz kayıt maliki korunmaktadır[21]. Bununla birlikte, lehine yolsuz tescil yapılan kişi iyiniyetli olmasa dâhi, onun ölümü hâlinde mirasçıları; müşterek mülkiyet hâlinde ise iyiniyetli olan diğer paydaşlar kazandırıcı zamanaşımından faydalanabileceklerdir[22]. Ancak tabiî ki mirasçılar, iyiniyetli olmayan murisin zamanında işleyen süreyi, TMK m. 996 hükmünden faydalanarak kendi zilyetlik sürelerine ekleyemeyeceklerdir.

İki paydaşın malik olduğu ve paydaşlardan birinin başka bir ilde ikamet ettiği bir taşınmazın kadastro tespiti yapılırken, tescilin yolsuz şekilde söz konusu taşınmaz üzerinde ikamet eden iyiniyetli paydaş adına yapılmasından ve bu tespitin kesinleşmesinden itibaren on yıllık süre geçtikten sonra diğer paydaşın dava açamayacak olmasında durum böyledir.

b.               713’üncü madde (olağanüstü zamanaşımı)

Bu kuralı sınırlayan ikinci durum ise Medeni Kanun’un 713’üncü maddesidir. Buna göre; tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi ile aynı şartlar altında; malikin tapu kütüğünden anlaşılamadığı veya yirmi yıl önce hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın zilyedi, bu taşınmazın mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.

            Bu maddenin ilk fıkrasına göre, tapu kütüğüne kayıtlı olmayan taşınmazların mülkiyet hakkının kazanılması olağanüstü zamanaşımı ile gerçekleşir. Bu kazanmanın koşulları ayrıca KK m. 33 atfı ile KK m. 14’te belirlenmiştir. İkinci fıkrada ise, mülkiyet karinesine dayalı aynî hak sahibi bulunmasına rağmen, yine olağanüstü zamanaşımı ile mülkiyet hakkının kazanılabileceği belirtilmiştir[23].

            Zabıt defterine kayıtlı taşınmazın maliki sağ iken ölü gibi gösterilip, taşınmaz üzerindeki zilyetliğin yirmi yıl süreyle davasız ve aralıksız sürdürülmesi sonucu yolsuz tescil yapan kişilere karşı gerçek hak sahiplerinin dava açamayacak olmasında durum böyledir.

c.               1023’üncü madde (tapu kütüğüne güven ilkesi)

Nihayet bu konudaki üçüncü ve son durum ise Medeni Kanun’un 1023’üncü maddesidir. Tapu kütüğüne güven ilkesi olarak adlandırılan bu maddeye göre: “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur”. Buna göre, yolsuz tescil sahibinin tapu kütüğündeki kaydına güvenerek aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı söz konusu madde tarafından korunmaktadır. Kanun koyucu bu ilke ile alışveriş hayatı ve tapu sicilinin yarattığı hukukî görünüşe güveni sağlamış[24], ancak aynı zamanda gerçek hak sahibinin mülkiyet hakkını kimi zaman sınırlandırmış kimi zaman sona erdirmiştir[25].

Ancak belirtilmelidir ki, iyiniyetli üçüncü kişi dikkat ve özen yükümünü yerine getirdikten sonra bu kazanımdan faydalanabilir. Yolsuz tescili bilebilecek durumda olan kişiler için tapu kütüğüne güven ilkesinin koruması bulunmamaktadır (TMK m. 3/2).

4.               Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması

a.               1982 Anayasası’na Göre

1982 Anayasası’nın “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35’inci maddesine göre: “Herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. –Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. –Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz”.

Görüldüğü gibi, maddenin ilk fıkrası mülkiyet hakkını; ikinci fıkrası ise mülkiyet hakkının sınırlandırılmasının şartlarını düzenlemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının da içinde bulunduğu temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasını düzenleyen 13’üncü maddeye göre ise, bu hakların sınırlandırılması özlerine dokunulmaksızın kanun yoluyla; Anayasa’nın sözü ve ruhu ile ölçülülük ilkesine aykırı olmadan gerçekleştirilmelidir. Daha önceden de belirtildiği gibi[26], mülkiyet hakkının sınırlandırılmasında asıl etken kamu yararıdır[27]. Ayrıca bu maddelerin yanı sıra, Anayasa’nın başka birçok maddesi de[28], açıkça olmasa da mülkiyet hakkının sınırlandırılması sonucunu doğuran hükümler barındırmaktadır.

Buradan anlaşılmalıdır ki; sınırsız bir mülkiyet hakkı benimsemeyen 1982 Anayasası, bünyesinde sosyal devlet anlayışını barındırarak, bireysel menfaat ile toplum yararının çatıştığı durumlarda toplum yararının üstün tutulması gerektiğini kabul etmiştir[29]. Ancak bunu yaparken de bireysel menfaat gözeten kişinin hiçbir karşılığa sahip olmadığını söylemek doğal olarak mümkün değildir.

Anayasa Mahkemesi, 10.4.2003 tarihli ve E. 2020/112, K. 2003/33 sayılı Kararı ile; kamulaştırmasız olarak el atılan taşınmazlarla ilgili olarak maliklerin dava açma hakkını yirmi yıllık süreyle bağlayan 2942 sayılı Kanun’un 38. maddesini iptal etmiştir[30]. Daha sonra, 5999 sayılı Kanun çıkartılarak; 9.10.1956 ile 4.11.1983 tarihleri arasında meydana gelen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle maliklerin başvuru yapmasına ve dava açmasına olanak tanınmıştır. Kamu menfaati ile yakından ilişkili olan bu konu hakkında yapılan düzenleme, dönemin şartları gözetilerek yapılan temelsiz uygulamaların ileride devlete daha büyük külfetler yükleyebileceğinin yaşanmış bir göstergesidir.

b.               Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Göre

Mülkiyet hakkını düzenleyen ve uluslararası açıdan oldukça büyük bir öneme sahip mevzuat ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Sözleşme’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün “Mülkiyetin Korunması” kenar başlıklı 1’inci maddesine göre:

Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. –Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez”.

Buna göre söz konusu madde; kamu yararı, vergi ve benzeri cezalarının ödenmesi ve mülkiyet hakkının toplum yararına kullanılmasının sağlanması olmak üzere üç temel sınırlama sebebi düzenlemiştir. Bu maddede yer alan hangi kural uygulanırsa uygulansın, mülkiyet hakkına yapılacak bir müdahalenin kamu yararını gözetmesi zorunludur[31]. Bu durum, birinci maddenin birinci paragrafında “ancak kamu yararı sebebiyle” kişilerin mal ve mülkünden yoksun bırakılabileceği şeklinde düzenlenerek açıkça ifade edilmiştir.

Söz konusu maddeye göre, devletlere mülkiyet hakkına müdahale imkânı sağlayan bir başka durum ise vergilerin ya da başka katkıların ödenmesini sağlamak amacıdır. Buradaki kamu yararı ise; vergilerin, bir devletin varlığını sürdürebilmesi ve kamu hizmetlerinin eksiksiz şekilde sağlanabilmesi açısından büyük bir önem taşıması olarak açıklanabilir[32].

Bu alandaki üçüncü ve son sınırlama ise, mülkiyetin toplum yararına kullanımının sağlanması olarak kendini göstermektedir. Bu anlamda, taşınmazlarda kamulaştırma; taşınırlarda suçta kullanılan malların müsadere edilmesi ilgili sınırlamaya örnek olarak gösterilebilir[33].

Görüldüğü gibi, gerek 1982 Anayasası gerek AİHS Ek 1 No’lu Protokol, mülkiyet hakkının sınırlandırılması bakımından birçok ortak özellik barındırmaktadır. Buna karşılık; 1982 Anayasası, mülkiyet hakkına sınırlama getiren hükümleri daha açık bir ifade ile belirterek görünür bir çerçeve oluştururken; AİHS Ek 1 No’lu Protokol, bu hükümlere açıkça yer vermemiş, değerlendirmeyi ziyadesiyle AİHM’nin hakkaniyetine bırakmıştır. Ayrıca, 1982 Anayasası’nda bir sınırlama sebebi olarak yer verilmeyen “vergi ve benzeri katkılar”, AİHS’nin söz konusu hükmü uyarınca bir sınırlama sebebi olarak kabul edilmiştir.

IV.           SONUÇ: AYNÎ HAKLA GÜÇLENDİRİLMİŞ BİREYSEL MENFAAT İLE KAMU YARARI ÇATIŞMASI

Bu başlığa kadar anlatılan her şey göstermektedir ki, bu konunun temelini; “aynî hakla güçlendirilmiş bireysel menfaat ile kamu yararı çatışması” oluşturmaktadır. Bizzat Anayasa ve AİHS tarafından kişilere tanınmış ve Medeni Kanun tarafından düzenlenmiş olan mülkiyet hakkı, yine aynı mevzuatlar tarafından sınırlandırılmış ya da en azından sınırlandırılmasına imkân tanınmıştır. Aynî hakların mutlak ve sınırsız haklar olmadığı; aksi hâlin toplumun çoğunluk kısmına fayda sağlayacağı, toplum düzenini koruyacağı veya büyük hak kayıplarını önleyeceği durumlarda bu hakların sınırlandırılabileceği görülmektedir. İlgili mevzuat ve mahkeme kararlarına bakıldığı zaman görülmektedir ki; Kadastro Kanunu’nun 12’nci maddesinin üçüncü fıkrası ile getirilen bu sınırlamanın temel amacı kamu düzeni menfaatini sağlamaktır. Ancak, bu konuda ortaya çıkabilecek her uyuşmazlığın kamu düzeni menfaatini gerçekten ilgilendirip ilgilendirmediği, ilgilendiriyorsa bile bir aynî hakkın aranmasını sınırlayacak kadar kayda değer olup olmadığı ve söz konusu Kadastro Kanunu maddesinin bu sınırlandırmayı hakkaniyetli bir şekilde yerine getirip getirmediği hususları hâlâ tartışmalıdır.

Bununla birlikte, AYM ve AİHM’nin kararlarından anlaşılmaktadır ki; mülkiyet hakkına müdahale edilen bir kişinin bu müdahaleye karşılık hiçbir kazanımı olmaması söz konusu hakkın amacına aykırıdır. Kamulaştırmasız el atmada maliklerin dava açma hakkını yirmi yıl ile sınırlandıran hüküm Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilirken; bunun yarısı kadar bir sürenin mülkiyet hakkının aranması yolunda yeterli olduğunu söylemek, kanımca mülkiyet hakkının anlaşılması yolunda tutarsızlıklara sebebiyet vermiştir.

Bu yazıyı, konu hakkındaki düşüncelerimin âdeta dışavurumu olan, Sayın Yargıtay 7. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı Nusret OZANALP’in şu cümleleri ile bitirmekte fayda görüyorum:

Mahkemelere intikal eden uyuşmazlık ve Yargıtay’a gelen işler göstermektedir ki, özellikle kırsal kesimde yaşayan vatandaşlarımızın çoğu, tapu idaresine başvurup taşınmazların sicil durumunu öğrenmeye tevessül etmezler. Kültür seviyesinden kaynaklanan bilgisizlik ya da ihmâl, günün birinde, yıllardan beri sahibi olduğu taşınmazının elinden gitmesine sebep olur. Örneğin, vatandaş bir tapu işlemi için tapu idaresine başvurduğu zaman, on yıl önce kesinleşen kadastro tesbiti nedeniyle taşınmazının hazine adına tescil edilmiş olduğunu öğrenir. Yapacak bir şey yoktur. Hak düşürücü süre işlemiştir.

Kanımca hak düşürücü sürenin tutarsız bir gerekçeyle tapulama ve kadastro kanunlarında yer alması ülke gerçeklerine ters düşmüştür[34].

***

Teşekkür: Bu çalışmayı hazırlarken, benden görüş ve desteklerini esirgemeyen Sayın Av. Mustafa TORUN’a teşekkür ederim.

KAYNAKÇA

Akkanat, H., 2004. Taşınmaz Mülkiyetinin Olağan Zamanaşımı Yoluyla Kazanılması. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt: 62 Sayı: 1-2, (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/95922), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

Aksu, F., (Danışman: Antalya, G.), 2003. Kadastro Hukukunda Hak Düşürücü Süre. İstanbul, (https://katalog.marmara.edu.tr/eyayin/tez/T0048926.pdf), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

İpek, E., (Danışman: Akkanat, H.), 2008. 3402 Sayılı Kadastro Kanunu’na Göre Mülkiyet Hakkının Tespitine İlişkin Esaslar. İstanbul, (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/43673.pdf), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

Ozanalp, N., 1988. 3402 Sayılı Kadastro Kanununda Yer Alan Hak Düşürücü Süreyle İlgili Düşünceler. Yargıtay Dergisi, Temmuz Cilt: 14, Sayı: 3, (http://www.yargitaydergisi.gov.tr/dergiler/yd/temmuz1988.pdf), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

Oğuzman, K., Seliçi, Ö. & Oktay-Özdemir, S., 2020. Eşya Hukuku. Gözden Geçirilmiş Genişletilmiş 22. Baskı. İstanbul: Filiz Kitabevi.

Saraç, C., 1990. Kadastro Tespitlerine Dayanan Tapu Sicil Kayıtlarının Düzeltilmesi İçin Açılacak Davaların Bağlı Olduğu Süre. TBB Dergisi, Sayı: 3, (http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m1990-19903-1025), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

Şimşek, S., 2010. Mülkiyet Hakkının Kapsamı, Sınırlandırma Nedenleri ve Şartları Açısından 1982 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: Karşılaştırmalı Bir Analiz -I. TBB Dergisi, Sayı: 91, (http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2010-91-658) Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.

Şimşek, S., 2010. Mülkiyet Hakkının Kapsamı, Sınırlandırma Nedenleri ve Şartları Açısından 1982 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: Karşılaştırmalı Bir Analiz -II. TBB Dergisi, Sayı: 92, http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2011-92-677, Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021

Yakuppur, S., (Danışman: Helvacı, İ.), 2013.Tapu Kütüğüne Güven İlkesi,İstanbul, (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/20103.pdf), Son Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.


*İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi, bkaratuluk@icloud.com

[1]Kemal Oğuzman/Özer Seliçi/Saibe Oktay-Özdemir, Eşya Hukuku, İstanbul, Filiz Kitabevi, Gözden Geçirilmiş Genişletilmiş 22. Baskı, 2020, N. 593.

[2]A.e., N. 600.

[3]Aynî haklar yalnızca ferden belirli şeyler üzerine kurulabilir. Sınırı, kapsamı bu şekilde belirlenmemiş bir şey, hukuken eşya olarak kabul edilemeyeceği gibi üzerinde ayni hak kurulması da mümkün değildir.

[4]15.12.1934 tarihli ve 2613 sayılı Kanun, 16.3.1950 tarihli ve 5602 sayılı Kanun, 28.6.1966 tarihli ve 766 sayılı Kanun.

[5]Nusret Ozanalp “3402 Sayılı Kadastro Kanununda Yer Alan Hak Düşürücü Süreyle İlgili Düşünceler”, Yargıtay Dergisi, Cilt 14, 1988, Sayı 3, s. 271, (http://www.yargitaydergisi.gov.tr/dergiler/yd/temmuz1988.pdf, 23 Kasım 2020).

[6]Eyüp İpek, 3402 Sayılı Kadastro Kanunu’na Göre Mülkiyet Hakkının Tespitine İlişkin Esaslar, (Danışman: Doç. Dr. Halil Akkanat), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2008, s. 22, (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/43673.pdf, 21 Kasım 2020).

[7]Madde kapsamı dışında olan taşınmazlar: KK m. 22/1-a,b. Ayrıca bkz: KK m. 33/3, 44.

[8]Coşkun Saraç “Kadastro Tespitlerine Dayanan Tapu Sicil Kayıtlarının Düzeltilmesi İçin Açılacak Davaların Bağlı Olduğu Süre”, TBB Dergisi, 1990, Sayı: 3, s. 338, (http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m1990-19903-1025, 27 Kasım 2020).

[9]Yargıtay 1. HD., E. 1985/6922 K. 1985/9841 T. 29.9.1985: “Tapulama tespiti 5602 sayılı Yasa hükümlerine göre yapılmış olup, bu yasada, sonradan yürürlüğe giren 766 sayılı Yasa’nın 31/2. maddesindeki gibi hak düşürücü bir sürenin öngörülmediği tartışmasızdır. Her olayın oluştuğu süreç içerisinde yürürlükte bulunan yasalara tabi olacağı da hukukun genel prensiplerindendir. Ne var ki sonraki yasal düzenlemenin kamu düzeni ile ilgili bulunması ve yasada aksine bir hüküm olmaması hâlinde, yeni yasanın önceki olaylara da uygulanacağı kökleşmiş yargısal uygulamalar gereğidir” (Lexpera).

[10]Ozanalp, a.g.e., s. 271.

[11]A.e., s. 272.

[12]Yargıtay 1. HD., E. 2015/15852 K. 2018/12928 T. 27.9.2018 (Lexpera).

[13]Başkanvekili Güven Dinçer ile Üye Servet Tüzün’ün karşıoy yazısından bir kesit: “(5) Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyet yönetimi kendi hukuk düzenini kurduktan sonra çıkarılan yasalara göre tutulan tapu sicillerinin ve bunları yansıtan tapuların geçerliliği ve dokunulmazlığı hiçbir kayıt ve şarta tabi tutulamaz. (6) İptal davasına konu olan olayda, ilgili dava konusu taşınmaza 24.3.1964 gününde 45 sayılı tapu ile sahip olunmuştur. (7) Devlet tarafından tesis edilen ve tutulan tapu sicillerine uygun olarak 1964 yılında yasal yollarla alınan tapu, 1987 yılında çıkarılan bir yasanın verdiği yeni idari düzenlemelerle hükümsüz kılınamaz. (8) Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti olması ve 35. maddesinde ise, herkesin mülkiyet hakkına sahip olabileceği ve bu hakların ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği öngörülmüştür. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrası ise getirilen 10 yıllık hak düşürücü süre Anayasa’nın hukuk devletini benimseyen 2. maddesine ve mülkiyeti güvence altına alan 35. maddesine aykırıdır ve iptali gerekir” (T.C. Anayasa Mahkemesi Kararlar Bilgi Bankası).

[14]AYM, 8.10.1991 tarihli ve E. 1991/9, K. 1991/36 sayılı Karar (Resmî Gazete, S: 21223).

[15]Tabiî ki, burada ve yazının devamında mülkiyet hakkı denilerek taşınmaz mülkiyeti kastedilmektedir.

[16]Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, a.g.e., N. 12.

[17]A.e., N. 100.

[18]A.e., N. 130.

[19]Yargıtay 3. HD., E. 2015/4713 K. 2015/16234 T. 20.10.2015: “Gayrimenkul davalarında, davacının lehine TMK’nin 716. maddesi gereğince tescil kararı verilmesi hâlinde, mahkemece; davacının talebine gerek olmaksızın hüküm özetinin tapu dairesine bildirilmesi gerekir. İlgili tapu dairesi ise dava konusu taşınmaz kaydına (siciline) şerh vermekle yükümlüdür. Ayrıca taşınmaz mülkiyetine ve taşınmaz üzerindeki diğer aynî haklara ilişkin ilamlar zamanaşımına tabi değildir, aynî haklar zamanaşımına uğramaz” (Lexpera).

Yargıtay 14. HD., E. 2006/2861 K. 2006/4422 T. 13.4.2006: “Kural olarak belli bir zamanın geçmesi ve bu süre içerisinde alacaklının hakkını dava etmemesi zamanaşımı olarak kendini gösterir. Bu durumda hak ortadan kalkmaz ise de; ileri sürülmesi hasım tarafça engellenir. Zamanaşımına ilişkin kurallar ilke olarak özel hukuk ilişkilerinden doğan haklara uygulanır. Yine hemen belirtilmelidir ki aynî haklar ilke olarak zamanaşımına uğramaz” (Lexpera).

[20]Yargıtay HGK., E. 2017/1241 K. 2020/51 T. 21.1.2020 (Lexpera).

[21]Ferda Aksu, Kadastro Hukukunda Hak Düşürücü Süre, (Danışman: Prof. Dr. O. Gökhan Antalya), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2003, s. 31, (https://katalog.marmara.edu.tr/eyayin/tez/T0048926.pdf, 6 Aralık 2020).

[22]Halil Akkanat “Taşınmaz Mülkiyetinin Olağan Zamanaşımı Yoluyla Kazanılması”, İÜHFM, 2004, Cilt: 62, Sayı: 1-2, s. 330, (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/95922, 6 Aralık 2020).

[23]Yargıtay 8. HD., E. 2007/4903 K. 2007/5074 T. 24.9.2007: “Kural olarak, tapulu bir taşınmazın veya tapuda kayıtlı bir payın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün değildir. Ancak, kanunun açıkça izin verdiği ve düzenlediği ayrık durumlarda tapulu bir yerin veya tapuda kayıtlı bir payın koşulları oluştuğu takdirde kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olabilir. Kanunun açıkça izin verdiği hâllerden biri de TMK’nin 713/2. maddesindeki düzenlemelerdir” (Lexpera).

[24]Yargıtay 14. HD., E. 2012/13364 K. 2013/1254 T. 31.1.2013: “Yetkisiz bir kimse tarafından yapılan talep veya haklı bir sebep olmadan yapılan bir tescil hakkı iktisap ettirmez. Ancak bu yönden tescil sakat dâhi olsa, iyiniyetli, yani sakatlığı bilmeyen ve bilmeleri de kendilerinden beklenemeyen kimseler (TMK m. 3) karşısında geçerli bir tescilin sonuçlarını doğurur. Böyle bir tescile dayanarak iyiniyetle o gayrimenkul üzerinde aynî bir hak iktisap eden korunur (TMK m. 1023). Yani iyiniyetli kimseler kütüğün görünüşüne inanmakta haklıdır. Bu kuralın tapu kütüğüne güven sağlamak için getirildiği kuşkusuzdur (TMK m. 1020)” (Lexpera).

[25]Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Sendi Yakuppur, Tapu Kütüğüne Güven İlkesi, (Danışman: Prof. Dr. İlhan Helvacı), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2013, s. 32-134, (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/20103.pdf, 6 Aralık 2020).

[26]Bkz: s. 4,5.

[27]AYM, 12.10.1976 tarihli ve E. 11976/38, K. 1976/46 sayılı Karar: “Toplum yararının bireyler yararına üstün tutulması, sosyal hukuk devletinin temelini oluşturur. Fakat bunda güdülen amaç, sonunda yine bireylerin mutluluğunun sağlanmasıdır. Bu mutluluğun temelinde bireylerin maddi ve manevi varlıklarını geliştirme haklarının ve bunları yüceltme özlemlerinin yattığı kuşkusuzdur. Bu tür haklardan ve söz gelimi mülkiyet hakkından yoksun yaşamasına insanın doğal yapısı elverişli değildir” (Resmî Gazete, 20 Ocak 1977, S: 15825).

[28]AY m. 43, 44, 46, 47, 63, 73, 167 ve 168.

[29]Suat Şimşek “Mülkiyet Hakkının Kapsamı, Sınırlandırma Nedenleri ve Şartları Açısından 1982 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: Karşılaştırmalı Bir Analiz -I”, TBB Dergisi, 2010, Sayı: 91, s. 185, (http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2010-91-658, 6 Aralık 2020).

[30]AYM, 10.4.2003 tarihli ve E. 2020/112, K. 2003/33 sayılı Karar: “Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen kamulaştırma, Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkına getirilmiş anayasal bir sınırlandırmadır. İdarece kendisine Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri Yasa’ya uygun bir biçimde kullanmaksızın taşınmaza el atarak kamulaştırma ilkelerine aykırı davranamaz ve Anayasa’nın sınırlarını belirleyerek izin verdiği kamulaştırma yöntemini kullanmadan yapılan el atmalar, itiraz konusu kurala göre yirmi yıl geçtikten sonra yasal bir kamulaştırmanın bütün sonuçlarını doğurmakta ve taşınmazın, idarenin adına tapu kütüğüne tescili ile sonuçlanabilmektedir. Bu ise anayasal dayanağı olmayan kamulaştırmasız el koymadır. Yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava açma hakkının engellenmesi ve taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi, mülkiyet hakkının sınırlanmasını aşan, hakkın özünü etkileyen bir durumdur” (Lexpera).

[31]Suat Şimşek “Mülkiyet Hakkının Kapsamı, Sınırlandırma Nedenleri ve Şartları Açısından 1982 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: Karşılaştırmalı Bir Analiz -II”, TBB Dergisi, 2010, Sayı: 92, s. 313, (http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2011-92-677, 7 Aralık 2020).

[32]A.e., s. 319.

[33]A.e., s. 320.

[34]Ozanalp, a.g.e., s. 273.